GÜNESİN ÜSÜDÜGÜ YER
  ağrı ile ilgili yazılar
 
AĞRI DAĞI'NDAN UÇTUM (Mustafa ÖZEL - Yeni Şafak 23 Haziran 2008 Pazartesi)
Bizi millet yapan şarkılarımız, türkülerimizdir. Etimoloji uzmanı değilim ama şarkının Şark ile, türkünün de Türk ile bir irtibatı olmalı. Aslında sesim güzel değil; bir şarkıyı doğru dürüst mırıldanamam bile. Fakat çocukluğumdan beri ister ağıt veya mevlit, ister şarkı veya türkü olsun, ahenkli sözün insanı nasıl kendinden geçirdiğini bittecrübe biliyorum. Lise yıllarında radikal (ülkücü veya devrimci) arkadaşlarla aramızdaki fark bile sanıyorum temelde buradan kaynaklanıyordu: Ben siyaseti önemsemekle beraber, bir şiir yazmanın, bir türkü yakmanın veya bir şarkı bestelemenin bir devlet kurmak kadar önemli ve ciddi bir iş olduğuna inanıyordum. İdeolojiler zihinleri tek çizgi halinde birleştiriyor gözükse de, türkülerin kalpleri birbirine ulayan gücünden yoksundular. İlkokul öğretmenim İsmet Koçkar ile ortaokul öğretmenim İsmail Ersoy özgün birer sanatçı idiler. "Ağrı Dağı'ndan uçtum" İsmail Bey'in derlediği türkülerdendi. Liseden mezun olduktan tam 34 yıl sonra, 24 Naci Gökçe Lisesi mezunu bir araya geldiğimizde, o kadar türkü çığırdık ki sanki aramızı Koçkar ile Ersoy bulmuştu. Hocalarımız Pitti Necati, Ahmet Baba ve Kibar Halil ile beraber sanki Ağrı Dağı'ndan uçmuş, Turgutlu'da bir çimenliğe konmuştuk: Ağrı dağından uçdum Çayır çimene düşdüm Ne belalı başım var Vefasız yâre düşdüm Dile kolay, aradan bir asrın tam üçte biri geçmişti. Birbirimizden ayrıldığımızda 17-18 yaşlarındaydık. Demek ki o zamana kadarki ömrümüzü neredeyse üçe katladıktan sonra bir araya gelebilmiştik. Neden bu kadar geç? Bir belaya mı uğramış, vefasız yâre mi düşmüştük? Bu sorunun sosyo-politik analizini yapmaya ne vaktimiz vardı, ne de niyetimiz. Ayrıca Doğan Adım'ın gecenin derinliklerine süzülen sesi hâlâ Mükerrem Kemertaş kadar yanıktı: Hüma kuşu yükseklerden seslenir Yâr koynunda bir çift suna beslenir Sen ağlama kirpiklerin ıslanır Ben ağlim ki belki gönül uslanır Gecenin diğer yıldızı, Doğan ile Rahmi'nin belalısı Yavuz idi. (Hangi Yavuz diyenlere kısaca P değil T. Yavuz deyip geçelim!) Aynı gün aramızdan ayrılan Avni Anıl'a rahmet dileyerek sahne alan Yavuz, Ağrı'dan ağrılı uçuşumuza gönderme yaparak bizi iliklerimize kadar titretti: Hayâl meyâl düşler gibi Uçup giden kuşlar gibi Yosun tutan taşlar gibi Eski dostlar, eski dostlar Bir de Atilla Elâ vardı aramızda. Yaşça bizden bir iki yıl önde, fakat gönlünü her gün türkülerle yûduğu için hepimizden genç kalmış bu sanatçı arkadaşımız, bir ara İsmet Koçkar'ın ünlü "Küpkıran Ovalari" türküsünü seslendirdi: Murada attım teşti Murat bulandı geçti Gurban olurum dostlar O yâr ne dedi geçti Hopop marali marali Oğlan dertli kız yarali yarali Yarali kızlara baktım: Tekgül, Aytül, Altıngül ve Canan. Dertli oğlanlar: İsmail, İbrahim, Resul, Cesim, Cezmi, Yaşar, Çetin, Macit, Mehmet, Zekai, Yusuf, Seracettin, Şemsettin, Halis, Mahmut, Ömer ve ben. Murat Yaver ile Nilgün Mamikoğlu'nu, Rahmi ile Nizamettin'i, Foto Hüseyin ile Ga Mısto'yu gözlerimiz aradı. Umut, Özcan, Seçkin, Filiz, İnayet ve pek tabii İtoğluit Vaho diğer özlediklerimizdi. Arkadaşları eş ve çocuklarıyla beraber mutlu görmek hepimizi sevindirdi. En deli dolu olanlarımızın bile ayakları suya ermişti. En canlı örnek: Hepimize kök söktüren, sınıfımızın ve hatta lisemizin (belki bütün şehrin) en delikanlı kızı olan, soy ismiyle müsemma Canan Er, öyle kazak bir beyle evlenmiş, dolayısıyla öyle bir uslanmış ki, sanki "Allah müstehakını versin!" sözü sırf onun için söylenmiş!.. 'Zaman en iyi öğretmendir' dersem, Necati Hoca kıskanır mı bilmem! Çünkü onun yanında daha iyi bir öğreticiden, bu "zaman" bile olsa, bahsetmek vefasızlıktır. Bugün sadece Türkiye'nin değil, dünyanın en iyi elektronik/bilgisayar profesörlerinden biri olan Çetin Kaya Koç arkadaşımızın da teyit ettiği gibi, Çanakkaleli Necati Ünsal bize evrenin gizli dilini deşifre eder gibi matematik öğretirdi. Öğretmez, bizi kendisiyle beraber beynimizin kıvrımlarında saklı hazinelerin keşfine götürürdü. Sökeli Halil Güven ise matematikle şiiri kaynaştırırdı. Mavi Kanatlı Kuş başlıklı kitapta yer alan bir şiirinde bizimle beraberliğini yıllar sonra şöyle dile getirecektir: Öğretmenlik hayatımın başlangıcı. Hayatımın üç yılı geçti Güzel Ağrı'da! Ama sanki otuz yıl yaşamış gibi Ağrılıyım ben. Ağrı. Güzel Ağrı. Başı dumanlı, karlı Ağrı Andıkça o anları Gözlerim dolar, ağlarım gizlice. Yeni baştan yollara düşmek, düşer fikrime… Bir de Ahmet Ergenç hocamız vardı aramızda, namı diğer Ahmet Baba. Tuhaf ama ne öğretmeni olduğunu hatırlamıyorum. Sanırım asıl alanı coğrafya idi. Fakat İngilizce dersimize girdiğini de hatırlıyorum. Bizim için asıl önemi "Boş Dersler Hocası" olmasındaydı. Ağrı'da derslerin en az üçte biri boş geçerdi. Ya öğretmeni henüz gelmemiştir; ya gelmiş ama soğuğa dayanamayıp tüyüvermiştir. Ahmet Baba bu şekilde oluşan bütün boşlukları doldurduğu içindir ki, yüreğimizde büyük bir boşluk açarak oraya yerleşti. Arkadaşların hepsinin yüzünde hüzünlü bir sevinç vardı. Hüznün kaynağı herhalde gurbette oluşumuzdu. Öylesine dağılmıştık ki, mezunlardan hiçbiri artık Ağrı'da ikamet etmiyordu. İsmail Eraslan, yıllar sonra gittiği Ağrı'da bulamadıklarını şöyle dillendirdi şiirinde: Kaldırım taşlarından birine döndüm Bana geçmişi anlat ki artık söndüm Saygıdan bahset bana, özlediğim hürmetten Eski büyükleri anlat, çekinirdik görünmekten Cumhuriyet Caddesi'ni anlat mesela Esnafın güler yüzlü ticareti var mı hâlâ Papatya Gıda'ya git de esprilerini dinlet Çeşit Bakkaliyesi'nin ciddiyetinden söz et Vitrinlerini anlatadur Galeri Fuat'ın Seyrederken anlaşılmazdı nasıl geçtiği saatın Benden kime ne diyenleri anlamak için Kimene'yi mekân tutan esrikleri seçin Karanlık sokaklardan Abide'ye yönelsem Nara atan gençlerin seslerini dinlesem Leylek Pınar'a dönsem Transit Caddesi'nden Bir türkü dinlesem İsmet Koçkar'ın sesinden Bu toplantıyı İbrahim Keskinler ile İsmail Eraslan düzenlediler. İsmail, İbrahim'e dedi: "Bu dağlar bizim olsa / Etrafı üzüm olsa / Yarin uykusu gelmiş / Yastığı dizim olsa / İbo uyan sabahtır / Yüreğimiz yanıktır." İbrahim cevap verdi: "Küpkıran üstü bağlar / Etrafı kavak bağlar / Kırıkköprü altında / Murat'ın suyu çağlar." Türküyü derleyen İsmet Koçkar uzaklardan ses verdi: "Ağrı'nın kışı yaman / Ayazı yaşı yaman / Saman yoktur merekte / Garibin başı yaman." Böylelikle Manisa'nın yolunu tutan 27 Ağrılı, Turgutlu'nun artık ağarmaya yüz tutan gecesinde hep beraber ünlediler: "Gûle uyan sabahtır lo / Yüreğimiz yanıktır." Bu yürek yangınına belki bir avuç su döküp içlerini serinletir diye 2009 Haziranında Ağrı'da buluşmayı kararlaştırıp ayrıldılar. Son sözü gene İsmet Koçkar söyledi: Çorabın ağına bak Destele bağına bak Dostum beni özlersen Ağrı'nın dağına bak… )



BEN KARAKÖSEMİ ÖZLEDİM

Bir kasaba edasında, herkesin birbirini tanıdığı saygı ve sevgi yumağının yükseldiği, siyasetin ve politikanın kirinin insanlara akıtılmadığı, aşırı soğuk ve yoksulluğa rağmen insanların birbirine kenetlendiği, yarına umut ve coşkuyla bakan hemşerilerimin sımsıcak bakışlarının derinliklerindeki inanç ve güvenin kutsallığını özledim. Boncuklu sahada yüzlerce çocuğun futbol oynadığı maçları özledim. Arif Kaya'nın bahçesinde, Küpkıran'ın değirmeninde Dedemin bahçelerinde piknik yapmayı özledim. Tayyare, Gıbo, Bitlis Mahallelerinde güvercin besleyip bilya oynayan çocukların haykırışlarını özledim, Transit Yolunda, Kırık Köprü de Hacı Şevki'nin Abdurrahman Memiş'in değirmeninin sularının kenarındaki sarhoşların naralarını özledim. Söğütlü Kahve, Bitlis, Ferah, Şark, Papatya, Sevil kahvelerinde coşku dolu gençlerin İspanyol paçalarını hayranlıkla izlemeyi özledim. Kışın soğuğunda Aksoy Sinemasının önünde kuyruklarda kavga eden çocukları özledim. Nahırcı Fazo'yu, Deli Ğece'yi, Deli Sülo'yu, Tanzara'yı Dilenci Kör Niyazi'yi Bağımsız aday Keleş'in Ağrı'ya deniz getirme sözünü özledim. Cumaçay yolunda sabahın erken saatlerinde çekem taşıyan öküz arabalarının sabun kokan tahta teker seslerini özledim. Taşlıçay'ın suyunda, Nadırava'da, Gıjik Tepe'de, mal otaran çocukların çimmelerini ( yüzmelerini) özledim. Elektrik motorunun havuzunda kaçak yüzen çocukların bekçi korkusuyla çıplak kaçışlarını izlemeyi özledim. Kavurucu sıcaklarda limonata satan "Avasar","Ava Leylaneleri " çekirdekçileri, Hasso' yu Hüsso' yu, Ede'yi, dondurmacı Fevzi'yi Hasan'ı, 50 kuruşa yorgan ipi satan İsa Dayı'yı özledim. Taş fırıncı Laz ustaları, Sarı Papuç'u Ferhat Kangal'ı, Muharrem Altıntaş'ı, Kazım Deniz'in lokantasının Cumhuriyet caddesini saran döner kokusunu özledim. Bisikletçi Ali'de 15 kuruşa 15 dakikalığına kiralık bisiklete binmeye çalışan çocukların coşkularını özledim. Süslü faytonların, gölgeli bölümlerinde kayıp çocuklar için bağıran tellalların dehşetli ses yankıları arasında "Arkaya Kara Kamçı" diye bağıran çocukları özledim. Otantik öküz garlarını Hancı Sülo'yu, Hancı Cemal'i, Almast'ın Hanının önünde cigara saran post bıyıklıları özledim. Geceleri mahalle aralarında "Haray Molla", saklambaç oynayan çocukların umut dolu bağırışlarını özledim. Sebze halinde 3 tekerlekli araba ile eşya taşıyan çocukların, hamalların ve sebzecilerin göklere yükselen bağırışlarını özledim. Kız Sanat, Ebe Okulu, Öğretmen Okulu ve Lisenin önünde kız tavlama sanatının icraatlarının rekabetini özledim. Eskici Hakkı Usta'ya bakır, sarı tel satmayı; kalaycı Kazo'nun kalay kokularını, tef çalan uzun saçlı dervişin "Allah Allah" nidasını özledim. Meydan Camii'sinin önünde "Camiye yardım Camiye yardım" seslerini her cambaza zorla hatırlatan dedem Hacı Şamil'i özledim.



Yard. Doç.Dr. Murat GÖKALP



AĞRI NACİ GÖKÇE LİSESİ



Bizi hayata hazırlayan, bizi adam eden, bize kimlik kazandıran okulumuz Naci Gökçe Lisemiz. Ağrılı olup da bu okulun tadına varmamış kimse yoktur. Bürokratlarımız, siyasilerimiz ekonomistlerimiz, iş adamlarımız, proflarımız, doktorlarımız, öğretim görevlilerimiz, hakimlerimiz, savcılarımız, avukatlarımız... velhasılıkelam okuyanımız, yazanımız hepimiz Naci Gökçe Lisesinden geçtik. Ne güzel hatıralarımız var... Muziplik yapmayı, arkadaşlığı orada öğrendik, kız sevmeye orada başladık, ideal sahibi olmayı orada öğrendik, kültürümüzün temelini orada attık. Ağrı'yı sevmeyi, Ağrılı olmayı orada öğrendik. Üniversiteyi Naci Gökçe Lisesi'ni bitirdikten sonra kazandık. Okuduk adam olduk, birçok şeye sahip olduk. Oturup sohbetimizde gençliğimizi anlatırken Naci Gökçe'den bahsederiz. Çocuklarımıza anlatacağımız hatıramız Naci Gökçe'ye aittir. Özlediğimiz insanlar, özlediğimiz yıllar Naci Gökçe Lisesı'ne aittir. Ağrı iki önemli varlığı ile hem dünyada hem Türkiye'de tanınmıştır. Biri Ağrı Dağı; Türkiye'nin en yüksek dağıdır. İkincisi Naci Gökçe Lisesi'dir. Atletizmde Çin'de ve Fransa'da Dünya şampiyonu olmuştur. Naci Gökçe Lisesi eğitim ve öğretimde Türkiye'nin en tanınmış liselerinden biridir. Hatıralarımızda bu kadar güzel yer eden, bizim için değerli, dünyaca ünlü mezunu olan ve mensubu olduğumuz bu okulumuz için bizler ne yaptık? Hiç düşündünüz mü ? Mezun olduktan sonra hiç gelmediniz. Kazıyarak sevdiğiniz kıza şiir yazdığınız sıralan, isminizi yazdığınız duvarları, şakalaştığınız okuduğunuz sınıflan, sigara içtiğiniz tuvaletleri, maç yaptığınız spor salonunu ne çabuk unuttunuz ? Öğretmen ve idareci olarak görev yapan Yusuf Babayı, Aliye Hanımı , Cankat Toros'u, Kamil Ustabaşı'm, İsmet Ömeroğlu'nu, Bahtiyar Hocayı, Ahmet Babayı, Seyit Aslan'ı, Naci Aslan'ı , İbrahim Tunç'u, Mehmet Aktaş'ı, Necati Dursun'u, Şevki Burak'ı, Nurgül Gelturan'ı, Ali Beyazoğlu'nu, ve ayrıca meşhur öğrencilerden Kollo Turgut'u, Topal Yavuz'u, Doğan Adım'ı,... Yavuz'u ve daha nicelerini unutmayabilirsiniz. Ama bu insanlarla yaşadığınız Naci Gökçe Lisesi'ni ne çabuk unuttunuz ? Sayın okurlarımız-mezunlarımız. ama bizler sizleri unutmadık. Nasıl mı ? 2001-2002 öğretim yılında Toplam Kalite ve Okul Gelişim Modeli Naci Gökçe Lisemiz'de uygulanmaya başlamıştır. Eğitim ve öğretimde yenilikler yapılması ve başarının artırılması için her türlü program uygulanacaktır. Misyonumuzu ve vizyonumuzu belirledik. Çalışma gruplarımızı oluşturduk. Programımızı hazırladık. Program gereği, okulumuzda ihtiyaç duyulan öğrenci dinlenme salonunu açtık. Laboratuarlanmızı faaliyete geçirdik. Eğitimde kalite için rehberlik calışmalannı başlattık. Bunlarla birlikte program gereği ilk defa Naci Gökçe Lisesi'ne ait bu dergimizi hazırladık. Bu dergimizde sizleri hatırlamak ve sizlerin tatlı hatıralarını tekrar yaşatabilmek için yayınlayabileceğimiz NOSTALJİ bölümünü oluşturduk. Bu program gereği Naci Gökçe Lisesi Türkiye'nin en başarılı lisesi olma yolunda, azimle, kararlı bir şekilde; bütün öğrencileri, öğretmenleri, idarecileri, personeli, velileri ve inşallah mezunlarının desteği ile birlikte yürüyecek hedefine ulaşacaktır. "Orda bir köy var uzakta Gitmesek de, görmesek de O köy, bizim köyümüzdür.", demeyiniz. Sayın Ağrılılar, Mezunlarımız ! Orda bir Ağrı var. Uzak değil. Ama bir köy gibi. Sahip çıkın Ağrı'nıza. Orda bir Naci Gökçe Lisesi var sizin okulunuz. Başarılarını destekleyiniz. Sayın okurlarımız; okulumuzda başlattığımız bu çalışmalara Milli Eğitim Bakanlığımız, Ağrı Valiliğimiz, Milli Eğitim Müdürlüğümüz ve Eğitim Fakültesi Dekanlığımız tarafından büyük bir destek ve yardım vardır. Yani devletimiz her zaman olduğu gibi şimdi de bizim yanımızdadır. Ama, şimdi biz sayın velilerimizi, halkımızı ve Naci Gökçe Lisesi mezunlarını da yanımızda görmek istiyoruz. Sayın okurlarımız, Mezunlarımız! Eğer, Türkiye'de birçok şeyin değişmesini ve düzelmesini istiyorsanız eğitime destek veriniz. Eğer, Ağrı'da birçok şeyin değişmesini ve düzelmesini istiyorsanız Naci Gökçe Lisesı'ne destek veriniz. Çünkü Ağrı'nın en eski, en köklü ve en büyük eğitim kurumu Naci Gökçe Lisesi'dir.

Saygılarımla

Tahsin ÇAKAN

Naci Gökçe Lisesi Müdürü

(Mart 2002 Naci Gökçe Lisesi VUSLAT DERGİSİ)



LİSE AŞKI

İlköğretimi bitirdiğim sene birçok öğrenci gibi ben de sınavla öğrenci alan lise sınavlarına girmiştim. Tercihlerimden bile haberim yoktu; çünkü tercihlerimi sınıf rehber öğretmenim yapmıştı. Sınav sonuçları açıklandığında Muğla Anadolu Otelcilik ve Turizm Lisesini kazandığımı öğrendim. Bu okulu Ağrı'dan kazanan ilk ve tek öğrenci olduğumu söyleyen öğretmenlerimin ve buna çok sevinen ailemin gurur kaynağı olmuştum. Çevremdeki insanların beklentileri gün geçtikçe artıyordu. Bir tarafta beni sevenlerin Muğla'da okumamı istemeleri vardı, diğer tarafta ise… Büyük bir heyecanla Muğla yollarına düştüm. İlk defa Ağrı dışına çıkıyor olmanın verdiği tarifi imkânsız duygular vardı içimde. Yolculuk ilerledikçe kendimi (otobüsle seyahat eden) Evliya Çelebi gibi hissediyordum. Yol boyunca gözümü kırpmadım desem yeridir. Şaşkındım. O güne kadar Eleşkirt'ten ötesini "Yukarı Memleket" olarak bilirdim; askeriyenin tepesinin ardındaydı oralar… Bu yolculuktaki herşeyi görmeliydim. Hiçbir şeyi kaçırmaya niyetim yoktu. Çok şeyi ilk defa bu yolculukta görüyordum. İlginç olanlarından biri, ilk defa palmiye ağacı görüyor olmamdı. Muğla'ya ve okuluma ulaştım. Birdenbire bütün düşüncelerim onun üzerinde yoğunlaştı. Beni kendine âşık etmişti çok önceden… Muğla ve okulum iyiydi, güzeldi; ama onu unutamaz ve ben burada okuyamazdım. Fazla vakit geçirmeden aşkım için bu okulu bırakmalıydım. Sonunda kararımı verdim. Yoğun bir telefon görüşmesine başladım. Aileme içinde bulunduğum durumu anlattım. Onların tepkilerini en aza indirmeye çalışıyordum. Ailemin bütün tepkisine rağmen ve sonrasında karşılaşacağım sıkıntıları göze alarak Muğla'da okumamaya karar verdim. Yatılı okuyacak olmam onlar için önemli bir avantajdı çünkü. Büyük bir kararlılık ve iç huzuruyla okulu bıraktım. Beni en çok etkileyen insandır Ayhan abim. Tuttuğum takımı bile onun etkisiyle belirlemişimdir. En küçük bir yönlendirmesi olmamıştır; ama hep büyük tesiri olmuştur bana. Ben ortaokul sıralarındayken kendisi lisedeydi. Okuduğu lise de beni çok etkilemişti. Bana göre Türkiye'nin en önemli kolejleri arasındaydı okulu. Çok kaliteli öğretmenleri, mükemmel öğrencileri ve arkadaşlıkları vardı. TRT radyosundan okulun katıldığı bilgi yarışmalarını takip ederdim. Bu lise beni büyülemişti. Abimin okulunda okumalıydım. Okulun tozlu, çamurlu, karlı ve buzlu yollarını aşındırmalıydım onun gibi. Onun oturduğu sıralarda oturmalı ve o sıralarda dirsek çürütmeliydim. Onun öğretmenlerinin öğrencisi olmalı, onun gibi arkadaşlıklar kurmalıydım. Üniversiteye, onun gibi bu okulun öğrencisi olarak gitmeliydim. Memleketimin gençlerine örnek olmalıydım onun gibi. Onun gibi… Öğrencisi olmaktan her zaman gurur duyacağım o lisenin öğrencisi olmalıydım. Ben Muğla'da kalmamalıydım. İçimde büyüttüğüm, aşkım haline gelen, oradan mezun olmazsam bir yanımın eksik kalacağı liseye gitmeliydim. Ben, Naci Gökçe Lisesi'ne gitmeliydim.

Nusret DİŞÇİ

Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

Antalya Anadolu İmam Hatip Lisesi

(1990-91 Naci Gökçe Lisesi Mezunu)



Yüreğimdeki Resimler;



İdris Aras, İsmet Koçkar, Necati Ünsal. Eğitim-Bir-Sen "Unutamadığım Öğretmenim" konulu bir öğretmenlik hatıraları yarışması düzenlemiş. İl birincisi olan yazılar çok sevimli bir kitapta bir araya getirilmiş ("Yüreğimdeki Resimler". www.egitimbirsen.org.tr). Kitabı okurken ben de çocukluğumun Karaköse'sine kanatlandım. Aradan kırk yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen, ilkokul öğretmenlerimin isimlerini hafızama kayıtlı buldum: İdris Aras, Ferdi Tarlan, Mithat Gökçe, İsmet Koçkar, Fevzi Barış. Ferdi Bey Rizeli, diğerleri Ağrılıydı. Ortaokul ve lisede tabiatıyla çok sayıda öğretmenimiz oldu. Hatırlayabildiklerim: Celal Gökçe, Seyit Aslan, Gülten Şeker, İbrahim Tunç, İsmet Ömeroğlu, Yusuf Ergün (okul müdürümüz, nam-ı diğer Deli Yusuf), Ahmet Baba ve özellikle Necati Ünsal. (Seyit Aslan ufak tefek bir Urfalı olmasına rağmen, Karaköse'nin en güzel kızlarından biri olan Gülten Şeker'le evlenmeyi başarmıştı. Hey gidi günler, hey!) Çanakkaleli Necati Ünsal. İki veya üç yıl Urfa'da görev yaptıktan sonra Ağrı'ya tayin edilmiş. Sarışın, kısa boylu, yakışıklı. Okuldaki lakabı: Pitti. Saatlerce kara tahtada ders anlatıp, tozunu bol bol yuttuğu tebeşiri sonunda tahtaya doğru fırlatıp, "İşte bu kadar; pitti işte..." diyerek sözünü bağlardı. Geçen yıl bir mail grubuna onunla ilgili görüşlerimi yazarken şöyle demiştim: "Necati Ünsal'ın Ağrı Naci Gökçe Lisesi'nden öğrencisiyim. Siyasi görüşlerimiz uyuşmasa da kendisini çok severdik. İnsan olarak eşsiz, öğretmenlikteyse bir zirveydi. Boğaziçi Üniversitesi'nde okuduğum yıllar boyunca (1975-80) onunla karşılaştırabileceğim bir öğretmenim olmadı. Soğuk kış gecelerinde, diğer öğretmenler sinema veya lokale giderken, çimento dükkânımızdaki küçük sobanın başında bize saatlerce matematik anlatırdı. Hayır, anlatmaz, bizi heyecan dolu bir keşfe çıkarırdı. Onu dinlerken matematiğin evrensel bir dil; dilden de öte bir musıki olduğunu hissederdik." Evet, yüreğimdeki en unutulmaz resim ve en buruk tebessüm, Çanakkaleli Necati'ye ait. Bazen kaldığı otel odasında bizi kabul eder, o daracık yerde bile ders çalışırdık. Masasında hiç hoşlanmadığım Fakir Baykurt ve benzeri yazarların romanları olurdu. Ben bir Ülkü Ocaklıydım ve o komünist, o boynuzlu (!) yazarlardan hazzetmem mümkün değildi. Aziz Nesin'e bile zoraki gülümsüyordum. Kutup yıldızlarım Necip Fazıl ile Peyami Safa'ydı. Babam Tercüman okuduğundan, Ergun Göze üzerinden Peyami'ye uzanmıştım: Fatih-Harbiye, Yalnızız, Biz İnsanlar... Bunları okuduktan sonra Yaşar Kemal bile tat vermiyordu. Necati Bey ülkücü yanımı bilir, benimle hiç ideolojik tartışmaya girmezdi. Girseydi, belki sosyalizme daha erken ısınırdım. İnsanlar, fikirlerden önemlidir. Ağrı'da sosyalizme uzak duruşumun sebebi, tanıdığım sosyalistlerden hiç birinin bende saygı uyandırmamasıydı. Saygı duyduğum tek sosyalist ise, öğrencilerine duyduğu saygıdan ötürü, onlara misyonerlik taslamıyordu. Ben de ona o denli saygı duyuyordum ki, sanki tartışırsak tılsım bozulacak ve birbirimizi kaybedeceğiz diye düşünüyordum. Necati Bey üçüncü yıl Ağrı'yı terk etti. Ben de ülkücülüğü. Sebep, Necip Fazıl'ın şiir ve yazılarıydı. Bir de Erbakan faktörü. Ben dindar olduğum için ülkücü olmuştum; ocak yöneticileriyse (Tekin Küçükali hariç) dini "kurumlardan bir kurum" sayıyor; saygı perdesi altında, aslında dini küçümsüyor veya önemsemiyorlardı. Ben ocağın duvar gazetesine Necip Fazıl veya Sezai Karakoç'tan metafizik ürpertili şiir veya yazılar astıkça, çaktırmadan indiriyorlardı. Bu arada Kemal Tahir'i keşfetmiş ve (hiç değilse bazı) toplumcuların ne beşinci kol ne de boynuzlu olduklarını anlamaya başlamıştım. Tam Çanakkaleli Necati'yle konuşma kıvamına gelmişken onu kaybetmiştim. Ayakkabılarını boyayayım öğretmenim! Kendi anılarımdan, Vedat Cihan'ın anılarına geçeyim. Yukarıda sözünü ettiğim "Yüreğimdeki Resimler" Yarışması'nın Türkiye birincisi olan arkadaşımız, öğrenciliği sırasında aynı zamanda ayakkabı boyacılığı yaparmış. Benim Çanakkaleli Necati'm gibi onun da Trabzonlu bir Necati'si varmış: Trabzon'dan gelmiştin. Daha ilk gün bizim gibi olduğunu anlamıştım. Ayakkabıların toz içindeydi ve sanırım ayağını sıkıyordu da. Bunu en iyi ben bilirim öğretmenim, ben hissederim. Ceketin de sanki emanet gibiydi. "Ne insanlar gördüm üstünde elbise yok, ne elbiseler gördüm içinde insan yok." der Mevlana. İğreti ceket, tozlu ayakkabı. Olsun, ne önemi var sanki bunların. Ödünç ceketin içinde adam vardı, bunu biliyordum. Altın sarısı kasımpatı gülüşün, parmak izin kadar eşsizdi. Çok zaman sonra öğrendim anacığının bir tek ineğinizin sütüyle seni okutup muallim yapabildiğini. Kursağından geçen en lüks kahvaltılığın kuymak olduğunu. Benim anam da peynir, zeytin olmadığında, gerçi ikisi bir arada hiçbir zaman bulunmadı ya, mısır ununa su katıp doyururdu karnımızı. Hayatının en anlamlı, en önemli gününde, yani öğretmenliğinin ilk gününde diyemezdim sana tabii ki: "Öğretmenim, boyayayım ayakkabılarınızı!" Ahmet Gündoğdu'nun şahsında Eğitim-Bir-Sen'i kutluyorum. Halil Etyemez, Mustafa Aydın, Erol Battal ve İrfan Coşkun kimbilir kaç yürekten geçen tam 81 resim seçmişler. Şaban Abak "karpuz kestim yiyen yok" diyemez artık.

Mustafa Özel

13.05.2007 Yeni Şafak

 
  Bugün 2 ziyaretçi (3 klik) kişi burdaydı! bu sitenin tüm hakları ALİ KAYA 'ya aittir  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol